21 Ocak 2011 Cuma


Ömer Tuğrul İnançer'in M.Ali Köseoğlu ile yaptığı bir söyleşiden;


İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer’le kıvama ermiş bir sohbetti gerçekleştirdiğimiz, her biri tane tane kurduğu sağlam kaleler gibi cümlelerle ‘tarifi yok’ dediği aşk hakkında öylesine aşkın sözler etti ki; en azından meselenin ‘Elif’ safhasını geçtiğimize inanıyorum. ‘Aşk aşk’ diye kıvranıp duranlardan ‘Aşk imiş her ne var âlemde” diyenlere kadar, yaşanılan şeyin aslını merak edenler için de bu sohbet oldukça verimli. Keyifle sorup dinlediklerimizi biraz da aşk ile size sunmamızın yegâne hikmeti; hep beraber adam olabilmemiz temennisindendir. Cüret ettik, aşığa Bağdat’ı sorduk. Bakın nasıl cevaplar aldık…

-“Aşığa Bağdat sorulmaz” demiş belli ki aşığın biri. Sahi neden sorulmaz? Aşk deyince sizde ne tür düşünceler uyanıyor?

-Muhabbet kainatın yaratılış sebebidir. Muhabbetin cünun şubesine aşk denir. Aşkta akıl yoktur, irade yoktur; çünkü bir duygudur. Ancak bu duygunun fiile, amele intikal etmesinde Allah’ın koyduğu hudutlar aşıldı mıydı, o artık aşk olmaktan çıkar; başıbozukluk olur, en hafif tabiriyle. Dolayısıyla gönül sadece padişahın fermanını değil aklın verdiği fermanı da dinlemez. Allah indinde insanlar düşündüklerinden değil yaptıklarından sual olunacaklar. Allah’u Zülcelâl bunu kitabında tek kelimeyle hülasalandırmış: “Yağmel”! “Vemen ya'mel miskale zerretin şerran yerah.” Öyleyse aşk bir duygudur, Allah bile sual sormaz! Ama davranışlar doğru olacak! Her ağza sakız olmuş beşeri aşk, zahiri aşk, hakiki aşk, ilahi aşk falan… Aşkın böyle ayrımı olmaz; aşk bir adamda ya vardır ya da yoktur. Nefsin ve bedenin arzularını aşk diye isimlendirmek aşk değildir. “Aşk ehli ölmez / Yerde çürümez / Yanmayan bilmez ateş-i aşka.” Nasıl suyun oluşumunu, onun ta bardağa konulup içilinceye kadarki safhalarını, birileri anlatsa; ama bir bardak su vermese, susuzluğun geçer mi?

-Geçmez.

-İşte aşk anlatılmaz, ‘olan’ bilir. Ayrıca o kadar sübjektif bir şeydir ki; objektif konuşulması hem mümkün değildir, her anlatan kendi sübjektivitesini anlatır. Onun için büyükler demişler ki: Aşkın Leyla'sını gördünse söyle. / Mecnun’dan duyup da rivayet eyleme.

-Peki tasavvuf?

-Tasavvuf aşkın meslek haline gelmiş şeklidir. Her meşrebe, her karaktere göre aşkın davranış biçimi olarak ayrı ayrı kanalize edilmesi için ayrı ayrı tasavvuf ekolleri kurulmuştur. Onun da adına tarikat derler. Dolayısıyla bu kadar bolluk bir ayrım sebebi değil, her meşrebe cevap verme ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Ayrıca insan sevdiğinin adını çok anar. Tasavvuftaki zikrullahın da ana sebebi budur: Sevdiğinin adını anarsın.

-İnsanların ‘aşk, aşk’ diye kıvrandıkları şeyle, “Aşk imiş her ne var âlemde/ilm bir kıyl u kâl imiş ancak” diyen arasında ne tür benzerlikler ve ayrılıklar olabilir?

-Hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü o ‘aşk aşk’ diye kıvrananlar, bedenlerinin arzularını aşk zannedenlerdir. Aşk bazı görüşlerde kemalin sebebidir. Ama İsmail Hakkı Bursevi’ye göre adam olmanın birinci basamağıdır.

-Yoldan çıkmakla alakası yok yani?

-Yoldan çıkana âşık demezler, asi derler. Sevilmeden hiçbir şey yapılmaz. Ve Faili Hakiki Allah’u Zülcelâl olduğuna göre, Halık-ı Yegâne Allah olduğuna göre bütün fiillerin ve varların failini ve yaratıcısını bilince onlar da sevilir. Kays arkadaşlarıyla oturuyormuş bir gölgelik yerde. Uzaktan cılız, uyuz, salyalı, gözleri çipil bir köpek gelmiş. Kays fırlamış koşmuş, köpeğin gözlerini öpmeye başlamış. Arkadaşları demişler ki: Kays sen gerçekten Mecnunsun! Niye öpüyorsun elalemin uyuz köpeğini? “Ah” demiş, “Bu köpek Leyla’nın mahallesinin köpeği. O gözler Leyla’yı görmüştür. Hz. Mevlana da Mesnevi-i Şerif’te Leyla’ya atıfta bulunur. Leyla’nın ve Mecnun’un hikâyesini duyan Halife, Leyla’yı huzuruna celbeder. Onu görünce de “Aaa, kara kuru bir kızmışsın. Sen misin Mecnun’un “Leyla Leyla” deyip durduğu? Kız gözünü açar, sesini yükseltir ve Halife’ye çıkışır: Sus! Sen Mecnun değilsin. Sende Mecnun’un gözü yok. İşte aşk böyle bir şeydir.

-Mevlana diyor ki: “İnsaf et, aşk güzel bir iştir! / Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli oluşundandır. / Sen, kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın; / Hâlbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok uzundur.” Yol neden uzun, neler var bu yolda?

-Allah’la senin aranda perde olan her şey masivadır. O perdenin yıkayıcısı, kolalayıcısı da nefistir. Nefs adama külahı ters giydirir. Oradaki uzunluktan kasıt, zor olmasının ifadesidir. Yollar uzun da olsa yayan gidersen başka, arabayla gidersen başka, jetle gidersen başka. Sen onlarla beraber olmaya çalışırsan umulur ki bir gün seni jete bindirirler, yolun uzaklığı kısalır. Ben 40 sene evvel Konya’ya gelmek için önce Ankara’ya geliyordum; 1970’li yılların başlarında İstanbul-Konya otobüsü yoktu. Evvela Ankara’ya gelinir, bir gece yatılır, ertesi gün Konya’ya gelinirdi. Bu sene uçakla 55 dakikada geldik. Mesafe aynı mesafe… Dolayısıyla yolun uzunluğundan kasıt zorluktur. Mesafe meselesi değildir. Sana şah damarından daha yakın olan Allah’a giden mesafe uzun değildir. Ama yol uzunluğu eskiden göz korkutan bir şey olduğu için; Hz Pir’in pederiyle beraber Belh’ten Konya’ya gelişi 12 senedir. Bir de dar yerde eşkıya var, yol kesiyor. İşte senin de yolunu kesen nefs eşkıyandır. İşte onun için ‘yol uzun’ ifadesini kullanırlar o zamanlar, aslında zorlu demektir.

-Cesaret mi istiyor bu yola girmek? Günlük yaşantımızda bizlerin ‘çok zor’ diye algıladığımız şeyler bir bakıyoruz maneviyat dünyasında zevk veren şeyler haline geliyor.

-Onu da Hz. Pir anlatıyor: Kur’an-ı Kerim’deki Ashab-ı Uhdut hadisesi ile… Eski zamanda da tek tanrılı inanca sahip yani Müslüman olan insanlar var. Toplumsal olarak bazı yanlışlarımız vardır; Müslümanlığın Hz. Muhammet’le başladığını zannederiz. Hâlbuki Müslümanlık Hz. Âdem’le başlamıştır. Dolayısıyla Resûlullah Efendimiz Hazretlerinden önce de Müslümanlar var. İşte o dönemlerde çok tanrılı bir dine inanan zalim bir hükümdar var ve Müslümanları hendek kazdırıp yaktırdığı ateşe attırıyor. Nemrut gibi. Bu sırada o ateşin etrafında bir anne “evlat, evlat” diye bas bas bağırıyor. Annesinin feryadını duyan oğlu içerden sesleniyor: Burası senin gördüğün gibi bir yer değil anne! Keşke sen de burada olsaydın. Bunun için, Huzuru İlahi’yi yakalamak için nar-ı İbrahim’e talip olmak lazımdır.

-Aşkın bir kıvamı var mı? Mesela aşkta kaybolmak mı doğru olan, yoksa aşkla boyanıp var olmak mı?

-Allah bize ‘ol’ emrini yok olalım diye vermedi. Olduk ve olmaya devam ediyoruz. Ebeden de olacağız. Onun için yokluk diye bir şey yoktur. -Yani aşk aslında insanı var eder. -Şuur meselesidir. Şuura yükselmenin yoludur aşk. Sana şah damarından daha yakın olan Allah’ın o yakınlığının şuuruna yükselmeye Allah’a ulaşmak denir. Bu yolculuğun en hızlı vasıtası aşktır. “Bin yıl çalışsa âbid, ma'buduna erişmez / Vuslat-saray-ı Hakk'a aşkın yegâne rehber” diyor Hüseyin Siret Bey, Resûlullah Efendimize hitaben. Onun aşkı mabuda eriştirmeye en kestirme yoldur. Mutlaka ve mutlaka Resûlullah Efendimizle arayı iyi etmek lazımdır. Cenab-ı Mevlana buyurur ki: Mustafa’nın hükümleri önünde aklını kurban et. Ancak böylelikle Allah’a yaklaşabilirsin. Resûlullah olmadan olmaz.

-Peki, Mevlana’nın aşkı hangi boyuttadır? O aşkı tarif edebilmiş midir?

-Etmiş. Sormuşlar, “Aşk nedir?” diye. “Ben ol da bil” demiş. Bu da bir tariftir anlayana… Binlerce beyit yazıyor, kitaplar yazıyor fakat aşkın tarifine gelince “ben olda bil” diyor. Eksikliğinden değil, aşkın zatının tarif edilemeyişinden, mümkün olmayışından dolayı öyle söylüyor. Gölge güneşe delildir, denir. Güneş olmasa gölge de olmaz. İşte gölgeyi söylüyorlar ki, güneşi anlayalım diye.

-‘Aşkla’ bunca hemhal olmanıza rağmen ‘Elif Şafak’ın ‘Aşk’ı sizi kızdırdı? Neden?

-Hz. Mevlana hakkında söz söyleyecek bir Elif Şafak mı kaldı yani? Bu kadar ucuz mu? Çok mu önemli ki; benim o kitaptaki yanlışları dile getirmem sizin sualinizi celbediyor? Elif Şafak çok mu önemli bir isim? Söyleyeyim: Amerika’da evli -dolayısıyla nikâh altında- olan bir insanın bir başka insanla bedeni münasebetini Hz. Mevlana ile Hz. Şems’in arasındaki ruhani ilişki ile paralelleştirmek en hafif tabirle edepsizliktir. Daha ötesini söyleyeyim mi? Ayrıca maddi bilgilerden de mahrum; 1248’de patlıcan soyuyor Bağdat Tekkesi’nde bir derviş. 1248 senesinde patlıcan var mıydı? Maddi bilgileri tamamlanmayan insanlar manevi bilgilere erişemezler. Hz. Mevlana çok önemli bir fakihtir. Fıkıh, din ilmi olmasına rağmen maddi bir ilimdir. O asırda yaşamış önemli Hanefi fakihlerinden biri olarak tabakat kitaplarında ismi ve tercüme-i hali vardır. Mesela Cevâhiru'l-mudıyye fî tabakâti'l-Hanefiyye. Abdulkadir Kureyşi, kitabının 3. cildinde Hz Pir’den ve 1. cildinde Sultan Veled’den ‘Hanefi Fakihi’ olarak bahseder. Patlıcanın bile ne zaman geldiğini bilmeyenler manevi yazı yazamazlar. Ayrıca, orada edeple alakası olmayan bir cümle var. Hâlbuki tarikat aşkla edebin yoğrulduğu bir yoldur. Diyor ki: Ben ihtiyarladığım zaman şeyhim gibi miskin bir ihtiyar olmayacağım. Siz çırak olarak ustanıza, talebe olarak hocanıza, derviş olarak şeyhinize ‘miskin ihtiyar’ diyebilir misiniz? Şeyhine ‘miskin ihtiyar’ diyen adamdan derviş olur mu?

-Olmaz.

-Onun için o kitap da olmaz.

-Özellikle son yıllarda Mevlana’ya olan düşkünlüğü nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Hz Mevlana’ya olan merakın iki şubesi var. Birisi ciddi meraklılar; hepsinin ellerinden öperim. Bir de moda meraklıları var: İnanç zafiyeti içinde, ibadetsizlik sıkıntıları içinde kendilerine yol arayan, ama Hz. Mevlana’nın icra ettiği farzları değil de nafilesine talip olanlar… Bakıversinler Ahmet Eflaki’nin Menakibü'l-Arifin’ine; aynen Resûlullah Efendimizin ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı gibi: Selahaddin Zerkubi Konevi “Bir gece vakti Konya’da Hüdavendigâr’la sohbet ediyorduk. Sohbet sırasında ateşlendi, coştu. “Ben bir dışarı çıkayım” dedi, medresenin dışına çıktı. -Eski Konya kışlarını düşünün; şimdi o kışlar kalmadı.- Dışarısı kar, buz. Gitti gelmez, uçtu konmaz, bekledim bekledim gelmedi. Kapıyı araladım, baktım namaz kılıyor. Tekrar içeri girdim. Bekledim, yine gelmiyor. Gittim baktım hâlâ secdede. Eyvah, bir hâl oldu diye korktum. Yanına yaklaştım, hâlâ secdede, nefes alıyor. Ağlamış, gözünden akan yaşlar buz tutmuş, tahtayla yanağı arasında buzdan bir sütun var. Kendinde değil; kaldırıp kucaklarsam olur ki buz yanağını acıtır diye hohlaya hohlaya yanağındaki buzu erittim, kucağıma aldım, içeri götürdüm” diyor. Hz. Pir öyle namaz kılıyordu. Hangisi Hz. Pir’in namazına talip? Asgari mükellefiyetler yerine getirilmeden tarikat olmaz. Zaten yasak! Bir modadır gidiyor. Eğer 1950’li yıllarda Ayin-i Mevleviyye serbest bırakılıp devlet ricali dâhil seyretmeselerdi Hz. Mevlana da Anadolu’nun her köşesindeki büyükler gibi unutulurdu. 1952’ye kadar unutulmuştu. Ancak 1925’ten kalan çok küçük bir çekirdek grup yaşıyor ve yaşatıyordu. Şimdi yayıldı ama yine o çekirdek grup kadar doğrusunu bilen var. Gerisi kuru kalabalık.

-“Ne olursan ol yine gel” sözüne ne diyorsunuz?

-Yiyelim, içelim, gezelim… “Gel gel”… Hz. Mevlana garajcı(!), otomobil değnekçisi(!); “gel gel”… Rahmetli Şefik Hoca; -bu işin ciddi âlimlerindendi, ben âlim falan değilim. Hz. Pir’i çok severim o kadar, başka bir marifetim yok.- Şefik Hoca “Gel” sözünün Hz. Mevlana’ya ait olmadığını yazdı, çizdi, konferans verdi. Ayrıca tercümesi de yanlış yapılıyor; ‘baza’ gel demek değildir; dön gel demektir! “Biya” gel demektir. Tercümeyi bile yanlış yapıp o tercümeden İngilizceye çevirip “Come again come again” demek yanlış! Bu söz Kazvini isimli zata aittir, Mevlana’ya ait değildir. Doğru manada kullanıldığında Mevlana hazretlerinin fikirlerine elbette ters değildir.

-İnsanların talebi bir yana pek çok yayınevinin bunca eser yayınlamasına nasıl bakıyorsunuz?

-Bu bugünlerde olmuş bir şey değildir. Mesnevi-i Şerif, II. Murat Han zamanında Türkçeye çevrilmeye başlanmıştır. Asırlar boyunca gerek seçmeler gerek hikâyeler, şerhler veya bazı kıssalarının şerhleri yapılmıştır ve bunları çok önemli adamlar yapmıştır. Sarı Abdullah Efendi gibi, İsmail Hakkı Bursevi gibi, İsmail Nasuhi Ankaravi gibi… Dolayısıyla zamanımıza mahsus bir ilgi değildir bu. Ancak 1928’de sadece Latince okumaya mahkûm edildiğimiz için ondan evvelki kitapları okuyamıyoruz. Ve zannediyoruz ki sadece yenilerde bu yapıldı. Hâlbuki Hariciye Nazırlığı, Ege Adaları Valiliği, İstanbul Borsa Komiserliği, Ankara Valiliği gibi yüksek yerlerde bulunmuş Abidin Paşa Hazretleri bile Mesnevi şerh etmiştir. Onun için yeni bir moda olarak görmemek lazım.

-Bakıyoruz, isminin önünde ‘araştırmacı-yazar’ yazan birisi seçmeler adı altında eser yayınlıyor.

-Kitap okumak ayrı bir ilimdir. Kitap okumakla ilim elde edilmez. İlim, yapmakla elde edilir. Ancak ne yapacağımızı kitaplardan öğrenme ihtimalimiz vardır. Bir konudaki yazarın fikrini anlatır kitap; konuyu anlatamaz. O konu hakkında yazılmış bütün kitaplar okunacak, sonra kendin bir fikir elde edeceksin, o zaman o hususta bir şey söylemiş olabilirsin. Yoksa “filanca kitapta böyle yazıyor” diye nakletmek hoparlörlük ve papağanlıktan ibarettir. Ona da ilim demezler zaten, nakil derler. İlim bilgiyi toplayıp, hazmedip zamanın ve kişinin ihtiyacına göre aktarmaya denir.

-Aşktan bahsedince; Leyla’dan geçip Mevla’ya erişmek tabiri yaygındır. Mevla’ya giden yolda Leyla bir basamak mıdır? Leyla’sız olmaz mı? Ya da Mevla’ya ermek için Leyla’yı feda etmek mi gerekiyor?

-Mevla’ya ulaşınca hiçbir şeyi feda etmiş olmazsın; Leyla da senin olur Mevla da… Mahlûk sevilmeden Haluk sevilmez. Sacit sevilmeden mescut sevilmez. Abid sevilmeden Mabud sevilmez. Zaten daha ileriye geçtiğin zaman, daha yükseğe çıktığın zaman, sacit-mescut, abid-mabud, Haluk-mahlûk ayrımı da kalkar. Mabut, mabutluğunu abidine verir; mescut, mescutluğunu sacidine verir, Haluk halukiyetini mahlûka verir demek değildir. Allah Allah’tır, kul kuldur. Ama ayniyet diye bir şey vardır. Miracın sırrını biraz çözmeye çalışırsak; mesela Galata Mevlevihanesi Şeyhi Kutbünnâyî Osman Dede’nin niye miraciye bestelediğini tefekkür edersek aşkın nasıl bir iletici Burak olduğunu, ama akl-ı selimi temsil eden Cebrail’in bile Sidre-i Münteha’yı geçmediğini öğreniriz. Hiçbir şeyi feda etmek yok, nefsin dizginini ele almaktan ibarettir. Seni Allah’tan alan her şey nefsindendir. Nefsi bırak gönle tabi ol. Aşk, iki beden arasındaki değil, iki gönül arasındaki ilişkidir, gönülde cinsiyet yoktur. Cinsiyet sadece dünyada lazımdır, ahirette bile yoktur. Kabre konulduğumuz zaman Münker-Nekir “dişi misin, erkek misin” diye soracak mı? “Türk müsün, Kürt müsün, Çerkez misin, Laz mısın, Finli misin, Çinli misin, Fransız mısın, Arap mısın” var mı?

-Sormayacak.

-Eee, ne konuşuyoruz o zaman? Aşkla cinsiyetin ne alakası var? -Mevlana ile Şems arasındaki muhabbete de böyle mi bakmak lazım? Hz. Mevlana’nın bir kere sadece Hz. Şems’e muhabbeti yoktur. O yanlış biliniyor. Bu acem uydurmasıdır. Hz. Mevlana’nın sadece Hz. Şems’le büyük muhabbeti olduğunu ileri sürmek ötekilerin hepsine vefasızlıktır. Mesnevi-i Şerif’te olsun Divan-ı Kebir’de olsun vefayı üzerine yemin edilecek kıymetli bir nesne addeder; “Vefaya yemin olsun ki” der, birçok beyitte. Hz. Şems’ten ibaretse Çelebi Hüsamettin, Selahaddin Zerkubi Konevi, Seyyid Burhaneddin Muhakıkı Tırmizi, Sultan Ulema neci? Yaş itibariyle abi-kardeş gibi oldukları Sultan Veled neci? O kadar seviyor ki yavrusunu…

Bir gün “Çok sarı benizlisiniz, nedir bu, hasta gibisiniz” diye sorunca, “Napalım, Allah’ı sevenler öyle olur” diyor. Hz. Sultan Veled suratını asıyor. Asık suratla dolaşırken gören Mevlana, “Oğlum ne oldu, kaç gündür suratın asık geziyorsun” diye soruyor. Sultan Veled, “Babacım böyle böyle söylediniz. Ben ise kırmızı yanaklıyım” deyince Mevlana, “Allah’ı sevenler sarı benizli olur. Allah’ın sevdikleri ise kırmızı yanaklı” diyor.

-Aşk’ta karşılık beklemek meselesine ne diyorsunuz?

-Ona aşkıyla alışveriş derler. Beşeri tabir edilen bir muhabbette bile “Ben onu seviyorum ama o da beni sevsin” diye seviyorsan ona aşk demezler. Sen onun tarafından sevilmeyi seviyorsun. O bana ne versin diye değil ben ona ne verebilirim diye düşündüğün zaman aşk olur. Şarkıların dilleri vardır, anlayan anlar; Bir kere görüp güldüğünü, şad olayım ben… İşte Allah ve Resûlullah aşkı da böyledir. Onların hatırını incitmemek için davranmaya Allah aşkı denir. Sen namaz kılmazsan Allah üzülür; -Benim emrimi dinlememek suretiyle nefsine zulmediyor, diye. Resûlullah üzülür. Yasak savmak ve borç ödemek için namaz kılınmaz, bu adamı bir yere yükseltmez. Emirler diye tabir edilen haller böyle telakki edilmelidir. “Yârim istedi diye yapacağım.” Dini, bir mükellefiyetler mecmuası halinde görenler bunu anlamazlar. Din muhabbettir, mükellefiyet değildir. Ama mükellefiyetler yerine getirilmeden muhabbet olmaz. Bizim “aşkımız var, niyazımız var. Sofuların namazı var” diyenler var ya; onlar dalzâdedir.

-Bir kutsi hadiste Allah şöyle buyuruyor : “Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.”

-Onun arşınla yaklaşması için yaklaşmayacağız. O, O’na ait. Biz, bize ait olanla ilgileneceğiz. O seni cehennemine koyacak olsa! Öyle murad etse, kulluk etmeyecek misin, eyvallah demeyecek misin? Mecbur mu emrettiği şeyleri yerine getirdiğin için sana mükâfat vermeye? Allah hiçbir şeye mahkûm ve mecbur değildir

-Peki ya ümit?

-Ümit her yerdedir. Ümit beklenti değildir; ben seni tam seviyim ümidi ümittir. Cennete girme ümidin mi var; ona alışveriş derler. İbrahim gibi nâra atılmaya talip olup, tereddüt etmeyeceksin. İsmail “Kes baba, Allah’ın emrini yerine getir” derken, tereddüt etti mi? Bunlarda karşılık var mı? Peygamberler en büyük âşıklardır da ondan. Vahyin muhatabıdırlar. Büyük bir teslimiyet gerekiyor. Biz de kendi kabımız kadar ‘teslim’ olacağız. Yapmamız gereken amelleri mükellef olduğumuzdan yapıyoruz, yani borç ödüyoruz. O zaman havf ve recada kalırsın. Daha ileri gidersen o zaman havf ve reca kalmaz. “Hoştur bana senden gelen. Ya gonca gül yahut diken. / Ya hıl'at-u, yahut kefen. / Lütfun da hoş, kahrın da” demeye başlarsın. Allah bizim kötü vasıflarımızı kahretsin. O’nun ‘Kahhar’ sıfatını neden böyle düşünmüyoruz: O bizim kötülüklerimizi kahretmezse onlarla nasıl başa çıkarız? Ona ulaşmayı ümit etmemek mümkün mü? Şunu da söyleyelim: “O söylüyorsa doğrudur”, iman buna derler. Ölçtün, tarttın, biçtin ona iman demezler, tecrübî bilgi derler. Mü’min, gabya iman eden adamdır. Gayb, bilinmeyen demek değildir. Beş duyu ile algılanmayıp laboratuara girmeyen şeye gayb denir.

SÖYLEŞİ: M. Ali Köseoğlu
*Bu röportaj Memleket Dergi’nin Aralık sayısında yayımlanmıştır.

;;